Bilim Teknik 27.09.2013
ZÜMRÜTTEN AKiSLER
A. M. Celal Şengör
Pek çok tarihçi dostumla üzerinde hiç tartışmadan anlaştığım konuların başında, Fatih Sultan Mehmet’in en büyük Osmanlı padişahı olduğu gelir. Fatih bence Osmanlı ailesinin yetiştirdiği tek dâhidir. Gerçi eski ve yeni pek çok ikinci sınıf Osmanlı tarihçisi önüne gelen padişaha bu sıfatı yakıştırmayı sever, ama kendilerine bu dehânın nasıl tezahür ettiğini sorduğunuzda pek verecek cevapları olmaz. Ön Asya Türk tarihi maalesef Fatih ile Atatürk arasında dâhi yetiştirmedi.
Ah Fatih Yerinden Bir Kalkabilse!
Ama milletçe Fatih’i de tanıdığımız söylenemez. Geçenlerde büyük Alman şarkiyatçısı Emil Jacobs’un ölümünden 9 yıl sonra yayımlanabilmiş, Fatih’in kitapları hakkında yarım kalmış bir makalesini okurken, son cümlenin gözlerimi yaşarttığını söylemeliyim. Jacobs 21 yaşındaki sultanın kendi kütüphanesi için Bizans koleksiyonlarından seçtiği eserleri tanıttığı eserini şu cümlede bırakmış: “Burada, içerikleri, son Paleologların yıkılmış imparatorluk toplumu için artık ölü olan kodeksleri değil, yaşam nefesi veren, ileride yapılacak şeyler için besin sağlayan, bilgi ve şöhret heyecanı uyandıran el yazmalarını görüyoruz. Bunlar II. Mehmed’in bize hediye ettiği, kendisinin de eski Yunanlı yazarların tekrar keşfine ve ayağa kaldırılmalarına, Rönesansın insanlığa bahşettiği mutluluk ve varlığa katkısının olduğunun yaşayan şahitleridir.” Bu sözlerin 21 yaşında Müslüman bir gencin 500 yıl sonra ardından yazıldığını unutmayınız. Büyük bilim adamı Jacobs, Fatih’in kendi kütüphanesi için seçtiği kitapların özelliklerini şöyle özetliyor: 1) Fatih, din kitapları toplamamıştır, 2) Fatih en yeni eserleri elde etmeye çalışmıştır. Kütüphanesi hemen tamamen 15. yüzyılda yazılmış veya kopyalanmış eserlerden oluşmaktadır. Jacobs’a göre büyük padişahımızın kütüphanesinden elimizde ne yazık ki sadece 50 kadar kitap kalmıştır ki, bunların 42’si Yunancadır. Bunlar arasında sadece 5 tanesi din kitabıdır: 1 İncil pasajları içeren dinsel tören kitabı, 1 gene İncil pasajlarından oluşan dua kitabı, 2 tane Zebur tefsiri. Bunların hepsi 13. ve 14. yüzyıllardandır. Bir de son derece kıymetli, 12. yüzyıldan kalma bir Eski Ahit sekizlemesi. Geri kalan 37, konularına göre şöyle dağılıyor: 3 şair: Homeros, Hesiodos, Pindaros (ilk ikisinin hemen tüm Yunan putperest kültürünün, yani insan uygarlığının, temeli olduğunu hatırlayalım). 8 tane Yunanca gramer kitabı ve sözlük. Sözlüklerin ikisi Yunanca-Latince. Ptolemaios’un coğrafyasını bulan ve yayınlayan büyük Bizanslı bilim adamı Maksimos Planudes tarafından yorumlarıyla birlikte yayımlanmış Esop’un masallarını içeren bir okul kitabı. 1 atasözleri kitabı, Pitagor vs. 2 cilt Aristoteles. 1 adet taşların esrarlı özellikleri üzerine yazılmış kitap (zamanın mineralojisi). 1 büyü kitabı. Hippokrat’ın, Galen’in, Mikhael Psellos ve bazı diğer yazarların eserlerini içeren 1 tıp cildi. Cassianus Bassus tarafından 10. yüzyılda yazılmış 1 tarım kitabı. Oppianos’un balıkların yaşamı ve balıkçılık üzerine bir eseri. Arrian’ın meşhur Anabasis’i, yani İskender’in büyük Asya seferinin tarihi ve gene aynı yazarın Hindistan (Indike) adlı eseri. Ksenofon’un Pers İmparatoru Büyük Kiros’un hayatını konu edinen Kiropedia’sı. Polibios’un tarihinin ilk 5 kitabı. Kantakuzen’in 1320-1356 tarihleri arasını kapsıyan tarih kitabı. Konstantinopolis’in oluşumunu anlatan Patria Konstantinupoleos adlı eser.Roma ve Bizans imparatorlarının yaşamlarını anlatan 1 cilt. Komnenos imparator ailesini anlatan 1 cilt. Kristobulos’un Sultan II. Mehmet tarihinin bilinen tek kopyası. 4 adet astronomi ve matematik kitabı: Bunlar arasında son derece kıymetli bir Öklid el yazması, buhar makinesinin mucidi İskenderiye’liHeron’un Metrika’sı, Ptolemaios’un coğrafyası. Buondelmonte’nin Isolaria’sının (Adalar: bu kitap Ege hakkındadır) dünyadaki tek Yunanca tercümesi. Askeri bilimlere üç ait eser. Diogenes Laertius’un Yunan filozoflarının yaşamlarını anlattığı eseri. Bizans’ın mücevherlerle kaplı din kitaplarına el bile sürmemiştir Fatih.
Onların kendisinin yapmak istediği işler için beş paralık değerlerinin olmadığını biliyordu. Fatih’in kütüphanesindeki kitaplar diye eserler yazılmıştır bu ülkede, bu saydıklarıma hiç değinmeyen. Saçma sapan Fetih Müzelerinde yobaz/çapulcu karışımı olarak çocuklarımıza sunduğumuz Fatih işte aslında burada kısacık bir makalede Jacobs’un bize takdim ettiği modern, bilimsel düşünen, entelektüel zevkleri Avrupa’yı tamamen kucaklayan, doğa bilimlerinden tarihten, ama her türlü tarihten ders çıkarmaya çalışan, uygarlığın dilleri olan Yunanca ve Latinceyi öğrenmek isteyen devdir. Ey Orta Çağ kafası: Çocuklarımıza kakaladığın Fatih gerçek Fatih değildir! Ama ne yazık ki büyük dâhi yerinden kalkıp o koca şâhî topunu senin zırvalıklarına doğrultamıyor. İlkokula üç din dersi koyan kafa: Rumeli Hisarı’nın önünden geçerken dikkat et: Kim bilir, oradaki küçük toplardan biri birden ateş alabilir! Alırsa bunu kim ateşledi diye de sorma. Cevabı Jacobs’un makalesindedir.
www.celalsengor.com
11 Ekim 2013 Cuma
4 Ekim 2013 Cuma
Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek
Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek
Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek Gazete haberlerine göz atarken, üniversiteye giren öğrencilerin fizik, kimya, jeoloji, biyoloji gibi temel bilimleri hemen hiç tercih etmediklerini okudum. Bu, şu demektir: Toplumumuzdaki gençler, parazit olarak yaşamayı tercih etmekteler, zira tüm diğer üniversite branşlarının temsil ettiği meslekler bu tercih edilmeyenlerin ürettikleri bilgilere dayanır. Elinden cep telefonunu düşürmeyen zat, fizik olmadan bunu yapabilir miydi? Hastalandığında ilaç isteyen, güzelliğinin derdine düştüğü zaman makyaj malzemesi arayan, bulaşığını yıkarken deterjan kullanan, kimya olmadan bunları nasıl yapacak?
Almanya bizden giden üzümlerin içindeki kimyasalları görünce ödü patlamış. Doğaya bu tür müdahalelerde doğru yolu bize biyolog olmadan kim gösterecek? Tarımda bir hastalık bazan bir ürünü öyle bir yok eder ki, o ürüne tekrar kavuşabilmek için tohumlarını veya fidanlarını başka yerlerden gidip almak gerekir. Bu tür işlerin ülkemizdeki diğer bitkilere zarar vermeden, hayvan dengesini bozmadan yapılmasına biyologsuz mu karar vereceğiz?
Ya jeoloji? Su ararken jeoloji lazım, petrol veya gaz ararken jeoloji lâzım, yapı malzemesi ararken ve işletirken jeoloji lazım, baraj yaparken, maden çıkarırken, iklim değişmelerini izlerken, sele, heyelâna karşı tedbir alırken jeoloji lazım. Ya deprem???
Bir ülke düşünün ki, yukarıda saydıklarımın hepsi konusunda kafa yormak zorunda ama gençleri jeolog olmak istemiyor. Onun yerine diyor ki, ben rahat rahat işyerimdeki masamda oturayım, birileri bunları benim için yapsın. Tabiî birileri bunları yapar. Ama bir gün gelir sizi de o koltuğunuzdan sepetler ve birden kendinizi onun hizmetkârı olarak buluverirsiniz.
Muhterem hocam ve sevgili dostum Prof. Doğan Kuban yazılarında sürekli, cahiller ülkelerinin sömürge ülkeleri olduğunu işliyor ve bilhassa Müslüman dünyasındaki cehaletin altını çiziyor. Altı çizilen cehaletin en büyük kısmı işte bu fizik, kimya, biyoloji ve jeoloji cehaletidir. Buna içinde oturulan evi tanımama cehaleti de diyebiliriz, zira bu bilim dalları bize içinde yaşadığımız dünyayı tanıtan bilimlerdir.
Almanya bizden giden üzümlerin içindeki kimyasalları görünce ödü patlamış. Doğaya bu tür müdahalelerde doğru yolu bize biyolog olmadan kim gösterecek? Tarımda bir hastalık bazan bir ürünü öyle bir yok eder ki, o ürüne tekrar kavuşabilmek için tohumlarını veya fidanlarını başka yerlerden gidip almak gerekir. Bu tür işlerin ülkemizdeki diğer bitkilere zarar vermeden, hayvan dengesini bozmadan yapılmasına biyologsuz mu karar vereceğiz?
Ya jeoloji? Su ararken jeoloji lazım, petrol veya gaz ararken jeoloji lâzım, yapı malzemesi ararken ve işletirken jeoloji lazım, baraj yaparken, maden çıkarırken, iklim değişmelerini izlerken, sele, heyelâna karşı tedbir alırken jeoloji lazım. Ya deprem???
Bir ülke düşünün ki, yukarıda saydıklarımın hepsi konusunda kafa yormak zorunda ama gençleri jeolog olmak istemiyor. Onun yerine diyor ki, ben rahat rahat işyerimdeki masamda oturayım, birileri bunları benim için yapsın. Tabiî birileri bunları yapar. Ama bir gün gelir sizi de o koltuğunuzdan sepetler ve birden kendinizi onun hizmetkârı olarak buluverirsiniz.
Muhterem hocam ve sevgili dostum Prof. Doğan Kuban yazılarında sürekli, cahiller ülkelerinin sömürge ülkeleri olduğunu işliyor ve bilhassa Müslüman dünyasındaki cehaletin altını çiziyor. Altı çizilen cehaletin en büyük kısmı işte bu fizik, kimya, biyoloji ve jeoloji cehaletidir. Buna içinde oturulan evi tanımama cehaleti de diyebiliriz, zira bu bilim dalları bize içinde yaşadığımız dünyayı tanıtan bilimlerdir.
Devamı için www.celalsengor.com ziyaret edin
2 Ekim 2013 Çarşamba
Celal Şengör
Gün Sonu Programında (Bilim,Evrim,Din,Laiklik)
Daha fazla video için celalsengor.com ziyaret edin.
Celal Şengör
Celal Şengör hocayı tanırsınız. Papyonu ile ünlü tonton bir yerbilimcidir kendisi. Bütün kariyerini jeoloji üzerine yapmış bir bilimadamıdır. Son dönemde tipik bir Türk bilim adamı hastalığına yakalanmış ve pornodan evrim teorisine kadar her konunun uzmanı olmuştur.
Zekeriya Beyaz gibi porno izlediğini itiraf eden hatta faydalarından bahseden bir deprem uzmanıdır.
Generallerle telefonda konuşurken oturamadığını, “rahat” denilene kadar hazırolda dinlemeyi tercih ettiğini açıklayan asker ruhlu, sivil bir bilim adamımızdır.
“Türban üniversiteye girerse üniversitenin kapılarını tamamen kapatırız!” diyecek kadar başörtüsüne düşmandır.
Harp Okulu’nda yeni yılın açılış yılında yaptığı konuşmada, milleti de milleti yönetenleri de cahil ilan etmiş, askerin de Türkiye’nin en eğitimli zümresi olduğunu söylemiş bir jakobendir.
“Bilim dışında insanlığın hiçbir bilgi kaynağı yoktur” gibi bir talihsiz cümle de kendisine aittir.
Alanı olmadığı halde yıllardır sabırla, evrim teorisinin bilimsel bir teori olduğunu anlatır durur. En son izlediğimde İlahiyatçı Abdulaziz Bayındır’ı ve stüdyodaki seyircileri evrim teorisine ikna etmek için maymun taklidi yapıyordu.
Hakkını yemeyelim. Keyifli biridir ve konuştuğu zaman sıkmaz, kendisini dinletir.
Cumhuriyet Bilim Teknik’teki köşesinde bu hafta “Ateizmin Tanrı fikrinden daha tutarlı olduğunu” demiş ve eklemiş “Tutarlılığın olmadığı yolun ucunda ise Marksizmin ve dinlerin vaat ettiği cennet değil, tımarhane vardır.”
Hem militarist hem de ateist yani…
Elbette kimse Allah’a inanmak zorunda değil. İnsanlar her konuda olduğu gibi dini konularda, hakaret etmeden, iftira atmadan fikirlerini özgürce söyleyebilmeli.
Ancak Tanrı’nın olmadığını böyle mantık hataları ile dolu argümanlarla savunmaya çalışmak, dünyaca ünlü olduğunu iddia eden bir bilim adamına yakışmıyor.
“Allah’ı kim yarattı” sorusunun tek Tanrılı dinlerde yasaklandığını iddia eden Celal Şengör, sanırım artık derinliği olmayan bu klişeleşmiş sorunun liselerde bile sorulmadığını bilmiyor.
Celal Hoca, bir Kur’an meali alıp İhlas Suresi’ni okusaydı bu soruyu sormazdı. Bu soruyu Cumhuriyet okurlarına değil bir herhangi bir lise öğrencisine sorsaydı ebedi ve ezeli olan bir kudret için, “kim yarattı” sorusunun sorulmayacağını kendisine açıklardı.
Ayrıca “Allah’ı kim yarattı” sorusunun İslamda yasak olduğunu Celal Şengör’e kim söyledi merak ediyorum. Eğer yasak olsaydı Kur’an’da bu soruya cevap verilmezdi.
Celal Şengör’ün sonsuzluk kavramı hakkında söylediklerine de takıldım. Nedense, evrenin sonsuzluğu ile Tanrı’nın sonsuzluğunu birarada düşünemiyor. Bizden evrenin ve zamanın sonsuz olduğunu anlamamızı beklerken, zamandan ve mekandan münezzeh olan, başlangıcı ve sonu olmayan Allah’ın varlığını inkar etmemizi istiyor.
Tanrıtanımaz insanlara genellikle inançsız denir. Oysa Celal hoca inançsız değildir. Çünkü “Tanrı’nın yokluğuna” inanmaktadır. Tanrı’ya inanmak nasıl bir iman gerektiriyorsa, yokluğuna inanmak da bir iman gerektirir. Gerçek bir bilim adamı agnostik yani kuşkucu olması gerekir. Tanrı’nın varlığı ile ilgili kendisine bir soru yöneltildiğinde en fazla “Bu konuda bir fikrim yok, bilemem” diyebilir. Çünkü varlığını inkar ettiği kudret, zamanın, mekanın ve algıların çok ötesindedir.
Celal hoca da çok iyi biliyor ki artık bilim dünyası ateizmi değil teizmi yani Allah inancını destekliyor. Yakın geçmişte bilim çevrelerinden “İnsanlar niçin Tanrı’ya inanıyor” diye sorulurken, günümüzde “İnsanlar niçin ateist olur” diye soruluyor ve bu motivasyonu etkileyen unsunlar inceleniyor.
Dünyanın hemen her ülkesindeki kitapçılarda başta fizik olmak üzere bilimin her dalı ile ilgilenen bilim adamlarının Tanrı’nın varlığını kabul eden kitaplarına rastlarsınız. Dünyanın en ünlü ateist düşünürlerinden biri olan Anthony Flew’ün, 2004 yılında, evrendeki tasarım örneklerinin kendisini Tanrı’nın varlığına götürdüğünü açıklaması, bunun en yakın örneğidir.
İnsanların Allah’a inanmaları şüphesiz kültürel ve psikolojik bir tercihtir. Ancak bunun akli dayanakları da vardır. Celal Şengör hoca ise sanırım imanı “hiçbir kanıt aramadan körü körüne inanmak” olarak algılamaktadır. Oysa İslamiyetin çok önem verdiği kelam ilminin örneklerini biraz inceleseydi islamiyetin “iman” derken körü körüne inanmayı değil akılcı kanıtlar görerek ikna olmayı kast ettiğini anlardı.
Celal Hoca, 2012 yılında başörtülülerden uzak, bilime yakın olsun!…
Celalsengor
Zekeriya Beyaz gibi porno izlediğini itiraf eden hatta faydalarından bahseden bir deprem uzmanıdır.
Generallerle telefonda konuşurken oturamadığını, “rahat” denilene kadar hazırolda dinlemeyi tercih ettiğini açıklayan asker ruhlu, sivil bir bilim adamımızdır.
“Türban üniversiteye girerse üniversitenin kapılarını tamamen kapatırız!” diyecek kadar başörtüsüne düşmandır.
Harp Okulu’nda yeni yılın açılış yılında yaptığı konuşmada, milleti de milleti yönetenleri de cahil ilan etmiş, askerin de Türkiye’nin en eğitimli zümresi olduğunu söylemiş bir jakobendir.
“Bilim dışında insanlığın hiçbir bilgi kaynağı yoktur” gibi bir talihsiz cümle de kendisine aittir.
Alanı olmadığı halde yıllardır sabırla, evrim teorisinin bilimsel bir teori olduğunu anlatır durur. En son izlediğimde İlahiyatçı Abdulaziz Bayındır’ı ve stüdyodaki seyircileri evrim teorisine ikna etmek için maymun taklidi yapıyordu.
Hakkını yemeyelim. Keyifli biridir ve konuştuğu zaman sıkmaz, kendisini dinletir.
Cumhuriyet Bilim Teknik’teki köşesinde bu hafta “Ateizmin Tanrı fikrinden daha tutarlı olduğunu” demiş ve eklemiş “Tutarlılığın olmadığı yolun ucunda ise Marksizmin ve dinlerin vaat ettiği cennet değil, tımarhane vardır.”
Hem militarist hem de ateist yani…
Elbette kimse Allah’a inanmak zorunda değil. İnsanlar her konuda olduğu gibi dini konularda, hakaret etmeden, iftira atmadan fikirlerini özgürce söyleyebilmeli.
Ancak Tanrı’nın olmadığını böyle mantık hataları ile dolu argümanlarla savunmaya çalışmak, dünyaca ünlü olduğunu iddia eden bir bilim adamına yakışmıyor.
“Allah’ı kim yarattı” sorusunun tek Tanrılı dinlerde yasaklandığını iddia eden Celal Şengör, sanırım artık derinliği olmayan bu klişeleşmiş sorunun liselerde bile sorulmadığını bilmiyor.
Celal Hoca, bir Kur’an meali alıp İhlas Suresi’ni okusaydı bu soruyu sormazdı. Bu soruyu Cumhuriyet okurlarına değil bir herhangi bir lise öğrencisine sorsaydı ebedi ve ezeli olan bir kudret için, “kim yarattı” sorusunun sorulmayacağını kendisine açıklardı.
Ayrıca “Allah’ı kim yarattı” sorusunun İslamda yasak olduğunu Celal Şengör’e kim söyledi merak ediyorum. Eğer yasak olsaydı Kur’an’da bu soruya cevap verilmezdi.
Celal Şengör’ün sonsuzluk kavramı hakkında söylediklerine de takıldım. Nedense, evrenin sonsuzluğu ile Tanrı’nın sonsuzluğunu birarada düşünemiyor. Bizden evrenin ve zamanın sonsuz olduğunu anlamamızı beklerken, zamandan ve mekandan münezzeh olan, başlangıcı ve sonu olmayan Allah’ın varlığını inkar etmemizi istiyor.
Tanrıtanımaz insanlara genellikle inançsız denir. Oysa Celal hoca inançsız değildir. Çünkü “Tanrı’nın yokluğuna” inanmaktadır. Tanrı’ya inanmak nasıl bir iman gerektiriyorsa, yokluğuna inanmak da bir iman gerektirir. Gerçek bir bilim adamı agnostik yani kuşkucu olması gerekir. Tanrı’nın varlığı ile ilgili kendisine bir soru yöneltildiğinde en fazla “Bu konuda bir fikrim yok, bilemem” diyebilir. Çünkü varlığını inkar ettiği kudret, zamanın, mekanın ve algıların çok ötesindedir.
Celal hoca da çok iyi biliyor ki artık bilim dünyası ateizmi değil teizmi yani Allah inancını destekliyor. Yakın geçmişte bilim çevrelerinden “İnsanlar niçin Tanrı’ya inanıyor” diye sorulurken, günümüzde “İnsanlar niçin ateist olur” diye soruluyor ve bu motivasyonu etkileyen unsunlar inceleniyor.
Dünyanın hemen her ülkesindeki kitapçılarda başta fizik olmak üzere bilimin her dalı ile ilgilenen bilim adamlarının Tanrı’nın varlığını kabul eden kitaplarına rastlarsınız. Dünyanın en ünlü ateist düşünürlerinden biri olan Anthony Flew’ün, 2004 yılında, evrendeki tasarım örneklerinin kendisini Tanrı’nın varlığına götürdüğünü açıklaması, bunun en yakın örneğidir.
İnsanların Allah’a inanmaları şüphesiz kültürel ve psikolojik bir tercihtir. Ancak bunun akli dayanakları da vardır. Celal Şengör hoca ise sanırım imanı “hiçbir kanıt aramadan körü körüne inanmak” olarak algılamaktadır. Oysa İslamiyetin çok önem verdiği kelam ilminin örneklerini biraz inceleseydi islamiyetin “iman” derken körü körüne inanmayı değil akılcı kanıtlar görerek ikna olmayı kast ettiğini anlardı.
Celal Hoca, 2012 yılında başörtülülerden uzak, bilime yakın olsun!…
Celal Şengör |
30 Eylül 2013 Pazartesi
Bir Bilim Adamının Serüveni
Avrupa Bilimler Akademisi’nin ve Amerikan Bilimler Akademisi’nin ilk Türk üyesi, Rus Bilimler Akademisi’ne Fuat Köprülü’den sonra seçilen ikinci Türk, Türkiye Bilimler Akademisi’nin en genç kurucu üyesi, TÜBİTAK Bilim Ödülü kazanan en genç bilim adamı… İki şeref doktorası, Paris’te Collège de France’da profesörlük, ulusal ve uluslararası otuz bir adet şeref payesi ve ödül… Jeolog Prof. Dr. A.M. Celâl Şengör’ün sıfat ve ödüllerinin bir kısmı. Şimdilik... Neden dünyanın en saygın akademisyenlerinden biri olarak kabul ediliyor, sorusunun cevaplarından bazıları: Şerit kıtaların dağ kuşaklarının yapısına etkisini ortaya koydu ve Kimmer Kıtası adını verdiği bir şerit kıta keşfetti, Orta Asya’nın jeolojik yapısını ortaya çıkardı, Kıta-kıta çarpışmasının ön ülkeleri nasıl etkilediği meselesini çözdü, Levha tektoniği içinde Türkiye’nin yerini değerlendiren ve atıf klasiği haline gelen bir makale yazdı (Yücel Yılmaz ile birlikte)
Celal Şengör hakkında daha falza bilgi için celalsengör.com
Celal Şengör’den Müthiş Yazı!
Türkiye halkı kravat takar, lüks otomobillerde dolaşır, bikinili hatunları sosyetik plajları doldurur veya şehirlerini şekilsiz gökdelenlerle doldurup oraları yaşanmaz hale getirir, ama tüm bu halk zenginiyle fakiriyle, şehirlisiyle köylüsüyle zır cahildir. Kendi tarihinden habersizdir. Aslında ne dilini, ne dinini bilir, ne geleneklerini tanır, ne de toplumsal değerlerinin evriminden haberdardır.
Muhteşem Yüzyıl diye televizyonlarda alkışladığı dönemde, devletinde Amerika’dan gelen gümüşün ilk enflâsyonu başlattığını bilmez (Çünkü Avrupalı dünyayı keşfederken, muhteşem (!) padişahları hareminde gönül eğlendirmekte, dünyayı öğrenelim diyen Pirî Reis’in kafasını vurdurmaktadır).
O Muhteşem (!) yüzyılda Anadolu’da medrese o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci haydutluğa başlamıştır (buna softa şekâveti denir). Avrupa’da ilk yenilgimizi Muhteşem (!) Süleyman devrinde aldığı gibi (I.Viyana bozgunu: 1529), Hint Okyanusuna her çıkışımızda mini mini Portekiz’den sopayı yiyip Kızıldeniz’e veya Basra Körfezi’ne tıkılışımız da bu büyük (!) padişah efendimizin devrindedir. Gene onun zamanında dünya keşfedilirken, Hint Okyanusu’na kadırga denen sandallarla açılan ve 1554′te Hindistan’da karaya vuran büyük (!) bir amiralimiz, yürüyerek üç senede Hindistan’dan Edirne’ye gelmiş ve meşhur bir kitap (Mirât-ül Memâlik) yazmıştı. El alemin dünyayı öğrendiği bu dönemde Seydî Ali Reis gazel söyleyip, eğlence partilerini anlatmaktan başka tek bir detaylı coğrafya bilgisi toplamayı gerekli bulmamıştı.
Büyük (!) Sultanımız Süleyman’ın Fransa kralı I. François’yı hapisten bir mektupla kurtardığını okurduk mektepte. O François’nın kurduğu Collège de France bugün dünyanın en önemli araştırma kurumlarından biridir. Bizimkinin hangi kurumu ayakta kaldı? Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası oldu?
Tek becerdiği kalıcı şey, aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa’yı Hürrem uğruna katlettirip, devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak oldu.
Artık yeter! Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip yücelten, buna karşılık bize bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu insanlar olmamızı sağlayan Atatürk’ü aşağılayan âlim pozlu, ukala tavırlı zır cahilleri her gün halkın karşısına diken televizyon kanallarından ve gazetelerden gına geldi. Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin eseridir sanıyorsunuz? Cehalet tüm fenalıkların anasıdır. Biz de o anayı besleyip duruyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz. Artık yeter! Memleketimde her elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan bıktım.
Muhteşem Yüzyıl diye televizyonlarda alkışladığı dönemde, devletinde Amerika’dan gelen gümüşün ilk enflâsyonu başlattığını bilmez (Çünkü Avrupalı dünyayı keşfederken, muhteşem (!) padişahları hareminde gönül eğlendirmekte, dünyayı öğrenelim diyen Pirî Reis’in kafasını vurdurmaktadır).
O Muhteşem (!) yüzyılda Anadolu’da medrese o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci haydutluğa başlamıştır (buna softa şekâveti denir). Avrupa’da ilk yenilgimizi Muhteşem (!) Süleyman devrinde aldığı gibi (I.Viyana bozgunu: 1529), Hint Okyanusuna her çıkışımızda mini mini Portekiz’den sopayı yiyip Kızıldeniz’e veya Basra Körfezi’ne tıkılışımız da bu büyük (!) padişah efendimizin devrindedir. Gene onun zamanında dünya keşfedilirken, Hint Okyanusu’na kadırga denen sandallarla açılan ve 1554′te Hindistan’da karaya vuran büyük (!) bir amiralimiz, yürüyerek üç senede Hindistan’dan Edirne’ye gelmiş ve meşhur bir kitap (Mirât-ül Memâlik) yazmıştı. El alemin dünyayı öğrendiği bu dönemde Seydî Ali Reis gazel söyleyip, eğlence partilerini anlatmaktan başka tek bir detaylı coğrafya bilgisi toplamayı gerekli bulmamıştı.
Büyük (!) Sultanımız Süleyman’ın Fransa kralı I. François’yı hapisten bir mektupla kurtardığını okurduk mektepte. O François’nın kurduğu Collège de France bugün dünyanın en önemli araştırma kurumlarından biridir. Bizimkinin hangi kurumu ayakta kaldı? Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası oldu?
Tek becerdiği kalıcı şey, aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa’yı Hürrem uğruna katlettirip, devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak oldu.
Artık yeter! Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip yücelten, buna karşılık bize bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu insanlar olmamızı sağlayan Atatürk’ü aşağılayan âlim pozlu, ukala tavırlı zır cahilleri her gün halkın karşısına diken televizyon kanallarından ve gazetelerden gına geldi. Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin eseridir sanıyorsunuz? Cehalet tüm fenalıkların anasıdır. Biz de o anayı besleyip duruyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz. Artık yeter! Memleketimde her elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan bıktım.
Celal Şengör hakkında detaylı bilgi için celalsengor.com ziyaret edin.
25 Eylül 2013 Çarşamba
Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek
Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek Gazete haberlerine göz atarken, üniversiteye giren öğrencilerin fizik, kimya, jeoloji, biyoloji gibi temel bilimleri hemen hiç tercih etmediklerini okudum. Bu, şu demektir: Toplumumuzdaki gençler, parazit olarak yaşamayı tercih etmekteler, zira tüm diğer üniversite branşlarının temsil ettiği meslekler bu tercih edilmeyenlerin ürettikleri bilgilere dayanır. Elinden cep telefonunu düşürmeyen zat, fizik olmadan bunu yapabilir miydi? Hastalandığında ilaç isteyen, güzelliğinin derdine düştüğü zaman makyaj malzemesi arayan, bulaşığını yıkarken deterjan kullanan, kimya olmadan bunları nasıl yapacak?
Almanya bizden giden üzümlerin içindeki kimyasalları görünce ödü patlamış. Doğaya bu tür müdahalelerde doğru yolu bize biyolog olmadan kim gösterecek? Tarımda bir hastalık bazan bir ürünü öyle bir yok eder ki, o ürüne tekrar kavuşabilmek için tohumlarını veya fidanlarını başka yerlerden gidip almak gerekir. Bu tür işlerin ülkemizdeki diğer bitkilere zarar vermeden, hayvan dengesini bozmadan yapılmasına biyologsuz mu karar vereceğiz?
Daha fazlası için tıklayın
www.celalsengor.com/makaleler
Almanya bizden giden üzümlerin içindeki kimyasalları görünce ödü patlamış. Doğaya bu tür müdahalelerde doğru yolu bize biyolog olmadan kim gösterecek? Tarımda bir hastalık bazan bir ürünü öyle bir yok eder ki, o ürüne tekrar kavuşabilmek için tohumlarını veya fidanlarını başka yerlerden gidip almak gerekir. Bu tür işlerin ülkemizdeki diğer bitkilere zarar vermeden, hayvan dengesini bozmadan yapılmasına biyologsuz mu karar vereceğiz?
Daha fazlası için tıklayın
www.celalsengor.com/makaleler
23 Eylül 2013 Pazartesi
Bu Profesörün Çığlığını Kim Duyacak ?
18 Haziran Pazartesi.Hürriyet gazetesinin internetteki baskısı saat 23. 59’da diyor ki: “İstanbul bugün kâbus gördü.” Bazı kişiler Anadolu yakasından Avrupa yakasındaki işlerine gidebilmek için saatlerini yollarda geçirmişler.
Sebep, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde ve bazı diğer yerlerde yapılan kısmi bakım çalışmaları. Yani şehrin sadece bir-iki noktasında daralmalar veya yol değiştirmeler. Hepsi bu. Ama sonuç tam keşmekeş. Ama ne şehir planlaması değil mi? Bir de doktor mimar (!) belediye başkanımız var. Ama ondan önceki imamdı. Keyfe keder!
Şimdi bir de 7.6 büyüklüğünde bir depremin şehrimizi vurduğunu bir düşünelim. Bana televizyonlarda defaatle sorulan aptalca sorulardan gına geldi: “ Şehrimiz depreme hazır mı?” “Yetkililer gerekli önlemleri aldılar mı?” “Deprem olursa neler olacak?”
Bu tür salakça soruların cevabını şehir bizzat kendisi hem de sık sık veriyor: En şiddetlisini de bugün verdi ve bize dedi ki: Oturduğunuz şehir bir cehenneme dönmeye adaydır.
Bizi bu hale getiren plansız programsız, öngörüşsüz, arsız bir açgözlülükle şehrin tüm alanını gökdelenlere yutturmak için elinden her geleni her türlü bilgisizlik ve görgüsüzlükle yapan bir iktidar ve yerel yönetim.
Bu ikisi el ele, İstanbul’u, dünyanın bu gözbebeği, sürekli oturulan en eski şehrini yiyip bitirmek üzereler. Ne tarih, ne doğa, ne de şehirde yaşayan insanlar onların umurunda. Varsa yoksa daha çok para, daha çok para.
O paralarla ne almaları gerektiğini bile bilemeyenleri sonunda bu şehir ceplerindeki paralarla birlikte gömecek, ama işte o an insanlık için de çok geç olmuş olacak, zira İstanbul, kendini yiyip bitiren açgözlü cahil güruh ile birlikte bağrında barındırdığı insanlık tarihini de birlikte gömecek.
Ve arkamızdan denecek ki, şehir 1453’ün intikamını aldı! Büyük Fatih’in arkasından yaptığımız saçma sapan filmler ve açtığımız cehalet abidesi müzelerden sonra bunu da dedirteceğiz sonunda.
Ey İstanbul’da oturan insanlar! Biliyorum çoğunuz İstanbullu değilsiniz. Bu şehrin ne anlamını, ne tarihini, ne de tadını bilirsiniz. Ama o kıyamet günü gelip çattığında şehir hepimizi ayırım yapmadan yutacak.
Koşun oy sandıklarına, verin «alnı secde görenlere» oyunuzu. Şehir yıkıldığında, içinde bugün yaptığınız gibi saatlerce bekleyecek sokaklar bile bulamayacaksınız ve o cehennemi sizi yutmaya gelirken seyrederken «ben depremde niye ölmedim!» diye dehşet içinde haykıracaksınız.
Ama heyhat, oy sandıklarının ayakları ve kanatları yok ki koşup sizi kurtarsınlar.
Eminim melekler de arştan bize bakıp gözyaşı dökeceklerdir.
AVM’leriniz, göğü tırmalayan iş hanlarınız, bulutlarla öpüşen rezidanslarınız, bizi arkamızdan vurup İngiliz altınlarına konan sülalenin çocuğu Arap krallarına sattığınız şehrin yeşil ciğerlerinin kanserli lekeler gibi kararacak koruları mübarek olsun.
Depreme kadar trafik sizi delirtmezse, tadını çıkarın.
www.celalsengor.com
Sebep, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde ve bazı diğer yerlerde yapılan kısmi bakım çalışmaları. Yani şehrin sadece bir-iki noktasında daralmalar veya yol değiştirmeler. Hepsi bu. Ama sonuç tam keşmekeş. Ama ne şehir planlaması değil mi? Bir de doktor mimar (!) belediye başkanımız var. Ama ondan önceki imamdı. Keyfe keder!
Şimdi bir de 7.6 büyüklüğünde bir depremin şehrimizi vurduğunu bir düşünelim. Bana televizyonlarda defaatle sorulan aptalca sorulardan gına geldi: “ Şehrimiz depreme hazır mı?” “Yetkililer gerekli önlemleri aldılar mı?” “Deprem olursa neler olacak?”
Bu tür salakça soruların cevabını şehir bizzat kendisi hem de sık sık veriyor: En şiddetlisini de bugün verdi ve bize dedi ki: Oturduğunuz şehir bir cehenneme dönmeye adaydır.
Bizi bu hale getiren plansız programsız, öngörüşsüz, arsız bir açgözlülükle şehrin tüm alanını gökdelenlere yutturmak için elinden her geleni her türlü bilgisizlik ve görgüsüzlükle yapan bir iktidar ve yerel yönetim.
Bu ikisi el ele, İstanbul’u, dünyanın bu gözbebeği, sürekli oturulan en eski şehrini yiyip bitirmek üzereler. Ne tarih, ne doğa, ne de şehirde yaşayan insanlar onların umurunda. Varsa yoksa daha çok para, daha çok para.
O paralarla ne almaları gerektiğini bile bilemeyenleri sonunda bu şehir ceplerindeki paralarla birlikte gömecek, ama işte o an insanlık için de çok geç olmuş olacak, zira İstanbul, kendini yiyip bitiren açgözlü cahil güruh ile birlikte bağrında barındırdığı insanlık tarihini de birlikte gömecek.
Ve arkamızdan denecek ki, şehir 1453’ün intikamını aldı! Büyük Fatih’in arkasından yaptığımız saçma sapan filmler ve açtığımız cehalet abidesi müzelerden sonra bunu da dedirteceğiz sonunda.
Ey İstanbul’da oturan insanlar! Biliyorum çoğunuz İstanbullu değilsiniz. Bu şehrin ne anlamını, ne tarihini, ne de tadını bilirsiniz. Ama o kıyamet günü gelip çattığında şehir hepimizi ayırım yapmadan yutacak.
Koşun oy sandıklarına, verin «alnı secde görenlere» oyunuzu. Şehir yıkıldığında, içinde bugün yaptığınız gibi saatlerce bekleyecek sokaklar bile bulamayacaksınız ve o cehennemi sizi yutmaya gelirken seyrederken «ben depremde niye ölmedim!» diye dehşet içinde haykıracaksınız.
Ama heyhat, oy sandıklarının ayakları ve kanatları yok ki koşup sizi kurtarsınlar.
Eminim melekler de arştan bize bakıp gözyaşı dökeceklerdir.
AVM’leriniz, göğü tırmalayan iş hanlarınız, bulutlarla öpüşen rezidanslarınız, bizi arkamızdan vurup İngiliz altınlarına konan sülalenin çocuğu Arap krallarına sattığınız şehrin yeşil ciğerlerinin kanserli lekeler gibi kararacak koruları mübarek olsun.
Depreme kadar trafik sizi delirtmezse, tadını çıkarın.
www.celalsengor.com
20 Eylül 2013 Cuma
Zümrütten Akisler
“Din, akıl dışı bir inançlar zümresidir ve bu inançlar kısmen korkulara, kısmen de ümitlere bağlı olarak benimsenir."
Dinin iki görevi var:
1)İnsanın kendisini ve çevresinde olup biteni açıklamak (açıklayıcı görev);
2)İnsan toplumlarını yönetmek için kanun vazetmek (düzenleyici görev).
Ancak bu iki görev, dine niçin inanmamız gerektiğini söylemez, zira bu iki göreve göre inançlarımızı düzenlemeğe kalkışsak, akılcı bir iş yapmış oluruz. Ancak hemen tüm dinler bu akılcılığın karşısındadır, zira akılcılıkla mutlak inanç bir arada yürümez. Onun için iman denilen (İngilizcesi faith, Almancası glauben durch vertrauen, Fransızcası foi) tamamen güvene bağlı inanç akılla elde edilemez. Bu güvenin kaynağı ise çok ilginç bir şekilde insan yavrusunun annesine duyduğu güvene kadar geriye götürülebilir ve dinsel inancın temelini gerçekten de çocuğun annesine duyduğu güven, bir yerde iman oluşturur. Çocuk çok genç bir yaşta hayvansal kökleri olan bu «iman»dan ya aklını kullanarak, yani muhakeme ederek karar alma, çevresindeki nesne ve olayları değerlendirme safhasına geçecek, veya anneye duyulan imanın yerine yeni bir iman oturtulacaktır.
İşte bu nedenle tüm din kuruluşları ve din adamları, çocukları ne kadar erken elde etmek mümkünse o kadar erken elde etmek için gayret gösterir.
Cizvit tarikatının şi’arı meşhurdur: «Bana yedi yaşına kadar bir çocuk ver, ben sana bir adam vereyim». Burada kastedilen, bir çocuğun gelecekteki yaşamını yönlendirecek temel kanatlerinin bu ilk yıllarda oluştuğu, o yıllarda çocuğa verilen kanaatleri ondan sonra değiştirmenin zor olduğudur. Cizvitlere duyduğu hınç nedeniyle kiliseye candan düşman olan Voltaire gibi büyük bir zekâ dahi, kendini aslında nefret ettiği Cizvit eğitiminin etkilerinden kurtaramamıştır. Baron d’Holbach (1773-1789) 1770’te meşhur ve büyük eseri Le Système de la Nature’da (Doğa’nın Düzeni) doğanın oluşması, gelişmesi ve yönetimi için bir tanrıya gerek olmadığını son derece güçlü düşünce demetleri ve gözlemlerle savununca, Voltaire d’Holbach’ı eleştirerek, tanrı inancının gereğini savunmuştur.
Dostlarım arasında bulunan birkaç dindar bilim insanının bu inançlarını çok küçük yaşta aile ve okul baskısıyla, hatta başlarından geçen dramatik bazı olayların da yardımıyla edindiklerini gözlemişimdir. Koyu bir katolik olan büyük bir bilim insanı bir dostumun çocukluğunun ilk yılları İkinci Dünya Savaşı esnasında pek korkunç şartların hüküm sürdüğü bir Japon esir kampında geçmişti. Bu zat bana defaatla, «Savaş bir yıl daha sürseydi, ben de dahil, kamptaki çocukların tamamı ölmüş olurdu» dedi. Kendisiyle birlikte kampta tutulan ailesinin Katolik olması ve içinde bulundukları feci durum sonucu tanrıya yakararak güç bulmaya çalışmaları, kendisinin üzerinde silinmez etkiler bıraktı. Bu büyük bilim insanı konu dine geldi mi, bambaşka bir insan olmakta ve tüm akılcı yargılarını bir yana bırakmaktadır. Ne yazık ki, bilimde takındığı bazı dogmatik tutumların da bu inanç alışkanlığı ile yakın ilişkisi vardır.
Milli Eğitim Bakanlığı, çocuklarımızı 12 yaşından küçükken Kuran kurslarına göndererek onlara anlamadıkları bir dilde bir metin ezberletmekte ve ona paralel akıl dışı inançlar aşılamaktadır. Bir topluluk ruh hali içinde verilen böyle bir eğitimin etkilerinin daha sonra silinmesi hemen hemen imkânsızdır. Bu şekilde Milli Eğitim Bakanlığı görevi gereği çocuklarımıza verilmesi gereken bilimsel eğitimin altını oyuyor, bağımsız düşünebilen aklı selim sahibi bireyler yerine, bir yobazlar grubu oluşturulmasına zemin hazırlıyor. Çocuklarımızın bağımsız düşünerek inançlarını seçme hakları olmalıdır ki, bu en temel insan haklarından biridir. Türbanı savunurken, kimsenin inancına müdahale edilmemesi gerektiğini savunan AKP hükümeti, iş küçük çocuklara geldiği zaman onlar üzerinde acımasız bir inanç tahakkümü uygulamakta. Bu bir çifte standarttır ki, ülkenin ve çocuklarımızın geleceğine dinamit koymakla aynı anlama gelir. Bunun anayasamıza da aykırı olduğunu sanıyorum. Asker, piyasa ve terör üçgenine sıkışmış gündemimiz nedeniyle, AKP hükümetinin işlemekte olduğu bu cinayet, gazetelerimizde kendine pek mini mini bir yer bulabildi. Halbuki bu sanırım şu anda gündemin en önemli konusudur ve Milli Eğitim Bakanımızın kararı değiştirilmezse ülkenin geleceği için korkunç bir tehdit oluşturmaktadır.
www.celalsengor.com
Dinin iki görevi var:
1)İnsanın kendisini ve çevresinde olup biteni açıklamak (açıklayıcı görev);
2)İnsan toplumlarını yönetmek için kanun vazetmek (düzenleyici görev).
Ancak bu iki görev, dine niçin inanmamız gerektiğini söylemez, zira bu iki göreve göre inançlarımızı düzenlemeğe kalkışsak, akılcı bir iş yapmış oluruz. Ancak hemen tüm dinler bu akılcılığın karşısındadır, zira akılcılıkla mutlak inanç bir arada yürümez. Onun için iman denilen (İngilizcesi faith, Almancası glauben durch vertrauen, Fransızcası foi) tamamen güvene bağlı inanç akılla elde edilemez. Bu güvenin kaynağı ise çok ilginç bir şekilde insan yavrusunun annesine duyduğu güvene kadar geriye götürülebilir ve dinsel inancın temelini gerçekten de çocuğun annesine duyduğu güven, bir yerde iman oluşturur. Çocuk çok genç bir yaşta hayvansal kökleri olan bu «iman»dan ya aklını kullanarak, yani muhakeme ederek karar alma, çevresindeki nesne ve olayları değerlendirme safhasına geçecek, veya anneye duyulan imanın yerine yeni bir iman oturtulacaktır.
İşte bu nedenle tüm din kuruluşları ve din adamları, çocukları ne kadar erken elde etmek mümkünse o kadar erken elde etmek için gayret gösterir.
Cizvit tarikatının şi’arı meşhurdur: «Bana yedi yaşına kadar bir çocuk ver, ben sana bir adam vereyim». Burada kastedilen, bir çocuğun gelecekteki yaşamını yönlendirecek temel kanatlerinin bu ilk yıllarda oluştuğu, o yıllarda çocuğa verilen kanaatleri ondan sonra değiştirmenin zor olduğudur. Cizvitlere duyduğu hınç nedeniyle kiliseye candan düşman olan Voltaire gibi büyük bir zekâ dahi, kendini aslında nefret ettiği Cizvit eğitiminin etkilerinden kurtaramamıştır. Baron d’Holbach (1773-1789) 1770’te meşhur ve büyük eseri Le Système de la Nature’da (Doğa’nın Düzeni) doğanın oluşması, gelişmesi ve yönetimi için bir tanrıya gerek olmadığını son derece güçlü düşünce demetleri ve gözlemlerle savununca, Voltaire d’Holbach’ı eleştirerek, tanrı inancının gereğini savunmuştur.
Dostlarım arasında bulunan birkaç dindar bilim insanının bu inançlarını çok küçük yaşta aile ve okul baskısıyla, hatta başlarından geçen dramatik bazı olayların da yardımıyla edindiklerini gözlemişimdir. Koyu bir katolik olan büyük bir bilim insanı bir dostumun çocukluğunun ilk yılları İkinci Dünya Savaşı esnasında pek korkunç şartların hüküm sürdüğü bir Japon esir kampında geçmişti. Bu zat bana defaatla, «Savaş bir yıl daha sürseydi, ben de dahil, kamptaki çocukların tamamı ölmüş olurdu» dedi. Kendisiyle birlikte kampta tutulan ailesinin Katolik olması ve içinde bulundukları feci durum sonucu tanrıya yakararak güç bulmaya çalışmaları, kendisinin üzerinde silinmez etkiler bıraktı. Bu büyük bilim insanı konu dine geldi mi, bambaşka bir insan olmakta ve tüm akılcı yargılarını bir yana bırakmaktadır. Ne yazık ki, bilimde takındığı bazı dogmatik tutumların da bu inanç alışkanlığı ile yakın ilişkisi vardır.
Milli Eğitim Bakanlığı, çocuklarımızı 12 yaşından küçükken Kuran kurslarına göndererek onlara anlamadıkları bir dilde bir metin ezberletmekte ve ona paralel akıl dışı inançlar aşılamaktadır. Bir topluluk ruh hali içinde verilen böyle bir eğitimin etkilerinin daha sonra silinmesi hemen hemen imkânsızdır. Bu şekilde Milli Eğitim Bakanlığı görevi gereği çocuklarımıza verilmesi gereken bilimsel eğitimin altını oyuyor, bağımsız düşünebilen aklı selim sahibi bireyler yerine, bir yobazlar grubu oluşturulmasına zemin hazırlıyor. Çocuklarımızın bağımsız düşünerek inançlarını seçme hakları olmalıdır ki, bu en temel insan haklarından biridir. Türbanı savunurken, kimsenin inancına müdahale edilmemesi gerektiğini savunan AKP hükümeti, iş küçük çocuklara geldiği zaman onlar üzerinde acımasız bir inanç tahakkümü uygulamakta. Bu bir çifte standarttır ki, ülkenin ve çocuklarımızın geleceğine dinamit koymakla aynı anlama gelir. Bunun anayasamıza da aykırı olduğunu sanıyorum. Asker, piyasa ve terör üçgenine sıkışmış gündemimiz nedeniyle, AKP hükümetinin işlemekte olduğu bu cinayet, gazetelerimizde kendine pek mini mini bir yer bulabildi. Halbuki bu sanırım şu anda gündemin en önemli konusudur ve Milli Eğitim Bakanımızın kararı değiştirilmezse ülkenin geleceği için korkunç bir tehdit oluşturmaktadır.
www.celalsengor.com
16 Eylül 2013 Pazartesi
Din Annemi Mahvetti !
Din Annemi Mahvetti !
Annem, Günseli Güler Şengör 7 Şubat 2012 tarihinde öğleden sonra bir akciğer embolisi sonucu hayata gözlerini yumdu. Böylece, 17 Mayıs 1933’te İstanbul’da başlayan bir hayat, gene İstanbul’da, hem de çok sevdiği babası Mehmet Nuri Sipahioğlu’nun (1894-1969) Yanya’dan göçmen geldiği ve adeta bir aşkla bağlandığı Yeşilköy’de son buldu. Hem babası, hem de annesi Kudret Hanım (1903-1969) annemle babamın en son oturdukları köşkün önünde uzanan Saadetli Sokak’ın demiryolu kısmındaki (No:1) son büyük köşkünü oluşturan evlerinde 48 gün arayla vefat etmişlerdi.
Annemin Ardından...
Annem üç çocuğun ek küçüğüydü ve tek kız çocuktu. Bu nedenle ve çocukluğunda geçirdiği ağırca bir eritema nodozum hastalığı dolayısıyla şımartılmış, bunun neticesi olarak da kendi arzusuyla Amerikan Kız Koleji’nin ilk sınıfından (ama iyi bir İngilizce öğrendikten sonra) ayrılmıştı. Her iki ağabeyi gibi iyi bir kulağı ve taklid yapma kabiliyeti vardı. Bu nedenlerle ve küçüklüğünden beri üç dilli olarak büyüdüğü için (Türkçe, Rumca, Almanca) İngilizceyi kolay öğrenmiş ve yaşamı boyunca da rahatlıkla kullanmıştı. İyi piyano çalardı. Ben küçükken bana dedemin köşkünün büyük avizeli salonunda bulunan piyanoda Liszt ve Chopin’den parçalar çaldığını hatırlarım, bilhassa Romantikler ve Beethoven en çok sevdiği bestekârlardı. Gençken iyi örgü de örerdi. Sonra hem piyanoyu hem de örgüyü bıraktı.
Genç kız olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde gönüllü hemşirelik kursuna katılmış ve bu arada tıbbı çok sevmişti. Ömrü boyu okuyup doktor olamadığına yanardı. Bu bilgisi rahmetli babasına uzun yıllar hemşire olarak bakarken kendisine çok faydalı oldu. Evde görevlendirilen diğer iki hemşireyle birlikte büyük bir ciddiyet ve bilimsellikle tuttuğu defterleri, dedemin ölümünden sonra rahmetli Ord. Prof. Dr. Arif İsmet Çetingil derslerde kullanmak için kendisinden rica ederek almıştı. Eli de maharetliydi. Bir keresinde, tansiyonu ani olarak fırlayan yatalak babasının elinin bilek damarlarını bizzat kesmek zorunda kalmış ve bunu büyük bir soğukkanlılık ve beceriyle yapmıştı. İş bittikten sonra da yan odada düşüp bayılmış. Ama acil durum bertaraf edilene kadar soğukkanlılığını ve maharetini kaybetmemiş.
Dedemin ve anneannemin vefatı ve onu müteakiben geniş aile içinde gelişen bazı problemler karşısında duyduğu üzüntü annemi hem kendi içine kapanmaya itti hem de bir aile dostunun etkisiye tasavvufî düşünceye döndürdü. Annem özellikle Mevlevîihayranı oldu. Ama bu hayranlık Mevlevi düşüncesini anlamaya çalışmanın sebebi olmaktan ziyade bir kaçıştı. Dine olan bağlılığı da arttı. O zamana kadar neşeli ve becerikli bir insan olan annem o andan itibaren giderek ve sürekli olarak çöktü ve nihayet kendi vücudu iflas etti. Dinin bir insanı nasıl mahvedebileceğinin annemden daha güzel bir örneğini görmedim diyebilirim. Dünyada olmayan bir ilahi adaleti aradı ve bulamadıkça giderek daha çok bedbaht oldu. Üstün zekâsı, onun bu dünya merkezli düşünmekten asla vazgeçmemesini sağlamıştı. Dindarlığı galiba biraz Pascal’ınki gibiydi.
Benim yetişmemde annemin son derece olumlu etkileri olmuştur. Her şeyden önce bana olan sevgisini gizlemez, her şeyi yapabileceğimden emin olduğu hissini hep verirdi. El attığım her konuda başarılı olacağım onca tabii bir şeydi ve bunu beklediğini saklamazdı. Bana Alman mürebbiye tutuldu ve hem Almancayı hem de Alman kültürünü (Grimm masalları vs) öğrenmem sağlandı. Annem iyi Almanca bildiği için onunla konuşabiliyordum. En iyi okullarda okudum. Babamla birlikte belki de yaptıkları tek yanlış, beni Şişli Terakki’nin ilkokuluna göndermiş olmaktı diyebilirim. Oradan beşinci sınıftayken kovuldum ve çok daha iyi bir okul olduğunu keşfettiğim ve bir zamanlar annemin kendisinin de gitmiş olduğu Bayezit Deneme İlkokuluna verildim.
Ortaokul için beni bütün meşhur okulların imtihanlarına soktular, hiçbirini kazanamadım ve Işık Lisesi’ne verildim. Bu başarısızlık üzerinde evde hiç ama hiç durulmadı ve derhal unutuldu (ve bana unutturuldu). Işık Lisesi’nde Nuriye Güneyi, Ziya Efe, Erkan Eren gibi muhteşem hocalarım oldu ve annem ve babam bu hocalarımla dostça ilişkiler kurdu. Bana okul dışı hem özel hoca tutuldu hem de evde bir laboratuvar kurmama izin verildi. Oradan Robert Kolej’e geçmem annemi çok memnun etti. Orada da bir akşam sarhoş olmaktan yatılılıktan atıldım ama annem ve babam ‘ayıp etmişsin’in ötesinde bir şey demediler.
Liseden sonra annem Almanya’ya giderek mürebbiyenin başladığı işi bitirmemi, ve Alman kültürünü iyice öğrenmemi, ondan sonra Amerika’ya gitmemi istedi. Bunun ne kadar yerinde bir istek olduğu yıllar sonra ortaya çıktı. Ben hem Avrupa hem de Amerikan kültürlerini yerinde ve iyi öğrenerek büyüdüm. Bana yapılan muamelenin verdiği kendine güvenin ise hayattaki başarımda temel rolü olduğu muhakkaktır. Anam ve babam kısmen bilinçli, kısmen de yer ve zamanın tesadüflerinin etkisiyle bana verebilecekleri en iyi eğitimi vermişlerdir. Annem Zincirlikuyu’da mezarına konur ve herkes dua ederken, kendisine olan şükran hislerim aklımdan geçti. Umarım Oya ve ben de bu dünyadan göçtüğümüzde Asım’ı arkamızda benzer düşüncelerle bırakabiliriz.
Annemin Ardından...
Annem üç çocuğun ek küçüğüydü ve tek kız çocuktu. Bu nedenle ve çocukluğunda geçirdiği ağırca bir eritema nodozum hastalığı dolayısıyla şımartılmış, bunun neticesi olarak da kendi arzusuyla Amerikan Kız Koleji’nin ilk sınıfından (ama iyi bir İngilizce öğrendikten sonra) ayrılmıştı. Her iki ağabeyi gibi iyi bir kulağı ve taklid yapma kabiliyeti vardı. Bu nedenlerle ve küçüklüğünden beri üç dilli olarak büyüdüğü için (Türkçe, Rumca, Almanca) İngilizceyi kolay öğrenmiş ve yaşamı boyunca da rahatlıkla kullanmıştı. İyi piyano çalardı. Ben küçükken bana dedemin köşkünün büyük avizeli salonunda bulunan piyanoda Liszt ve Chopin’den parçalar çaldığını hatırlarım, bilhassa Romantikler ve Beethoven en çok sevdiği bestekârlardı. Gençken iyi örgü de örerdi. Sonra hem piyanoyu hem de örgüyü bıraktı.
Genç kız olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde gönüllü hemşirelik kursuna katılmış ve bu arada tıbbı çok sevmişti. Ömrü boyu okuyup doktor olamadığına yanardı. Bu bilgisi rahmetli babasına uzun yıllar hemşire olarak bakarken kendisine çok faydalı oldu. Evde görevlendirilen diğer iki hemşireyle birlikte büyük bir ciddiyet ve bilimsellikle tuttuğu defterleri, dedemin ölümünden sonra rahmetli Ord. Prof. Dr. Arif İsmet Çetingil derslerde kullanmak için kendisinden rica ederek almıştı. Eli de maharetliydi. Bir keresinde, tansiyonu ani olarak fırlayan yatalak babasının elinin bilek damarlarını bizzat kesmek zorunda kalmış ve bunu büyük bir soğukkanlılık ve beceriyle yapmıştı. İş bittikten sonra da yan odada düşüp bayılmış. Ama acil durum bertaraf edilene kadar soğukkanlılığını ve maharetini kaybetmemiş.
Dedemin ve anneannemin vefatı ve onu müteakiben geniş aile içinde gelişen bazı problemler karşısında duyduğu üzüntü annemi hem kendi içine kapanmaya itti hem de bir aile dostunun etkisiye tasavvufî düşünceye döndürdü. Annem özellikle Mevlevîihayranı oldu. Ama bu hayranlık Mevlevi düşüncesini anlamaya çalışmanın sebebi olmaktan ziyade bir kaçıştı. Dine olan bağlılığı da arttı. O zamana kadar neşeli ve becerikli bir insan olan annem o andan itibaren giderek ve sürekli olarak çöktü ve nihayet kendi vücudu iflas etti. Dinin bir insanı nasıl mahvedebileceğinin annemden daha güzel bir örneğini görmedim diyebilirim. Dünyada olmayan bir ilahi adaleti aradı ve bulamadıkça giderek daha çok bedbaht oldu. Üstün zekâsı, onun bu dünya merkezli düşünmekten asla vazgeçmemesini sağlamıştı. Dindarlığı galiba biraz Pascal’ınki gibiydi.
Benim yetişmemde annemin son derece olumlu etkileri olmuştur. Her şeyden önce bana olan sevgisini gizlemez, her şeyi yapabileceğimden emin olduğu hissini hep verirdi. El attığım her konuda başarılı olacağım onca tabii bir şeydi ve bunu beklediğini saklamazdı. Bana Alman mürebbiye tutuldu ve hem Almancayı hem de Alman kültürünü (Grimm masalları vs) öğrenmem sağlandı. Annem iyi Almanca bildiği için onunla konuşabiliyordum. En iyi okullarda okudum. Babamla birlikte belki de yaptıkları tek yanlış, beni Şişli Terakki’nin ilkokuluna göndermiş olmaktı diyebilirim. Oradan beşinci sınıftayken kovuldum ve çok daha iyi bir okul olduğunu keşfettiğim ve bir zamanlar annemin kendisinin de gitmiş olduğu Bayezit Deneme İlkokuluna verildim.
Ortaokul için beni bütün meşhur okulların imtihanlarına soktular, hiçbirini kazanamadım ve Işık Lisesi’ne verildim. Bu başarısızlık üzerinde evde hiç ama hiç durulmadı ve derhal unutuldu (ve bana unutturuldu). Işık Lisesi’nde Nuriye Güneyi, Ziya Efe, Erkan Eren gibi muhteşem hocalarım oldu ve annem ve babam bu hocalarımla dostça ilişkiler kurdu. Bana okul dışı hem özel hoca tutuldu hem de evde bir laboratuvar kurmama izin verildi. Oradan Robert Kolej’e geçmem annemi çok memnun etti. Orada da bir akşam sarhoş olmaktan yatılılıktan atıldım ama annem ve babam ‘ayıp etmişsin’in ötesinde bir şey demediler.
Liseden sonra annem Almanya’ya giderek mürebbiyenin başladığı işi bitirmemi, ve Alman kültürünü iyice öğrenmemi, ondan sonra Amerika’ya gitmemi istedi. Bunun ne kadar yerinde bir istek olduğu yıllar sonra ortaya çıktı. Ben hem Avrupa hem de Amerikan kültürlerini yerinde ve iyi öğrenerek büyüdüm. Bana yapılan muamelenin verdiği kendine güvenin ise hayattaki başarımda temel rolü olduğu muhakkaktır. Anam ve babam kısmen bilinçli, kısmen de yer ve zamanın tesadüflerinin etkisiyle bana verebilecekleri en iyi eğitimi vermişlerdir. Annem Zincirlikuyu’da mezarına konur ve herkes dua ederken, kendisine olan şükran hislerim aklımdan geçti. Umarım Oya ve ben de bu dünyadan göçtüğümüzde Asım’ı arkamızda benzer düşüncelerle bırakabiliriz.
13 Eylül 2013 Cuma
Celal Şengör’den Müthiş Yazı!
Türkiye halkı kravat takar, lüks otomobillerde dolaşır, bikinili hatunları sosyetik plajları doldurur veya şehirlerini şekilsiz gökdelenlerle doldurup oraları yaşanmaz hale getirir, ama tüm bu halk zenginiyle fakiriyle, şehirlisiyle köylüsüyle zır cahildir. Kendi tarihinden habersizdir. Aslında ne dilini, ne dinini bilir, ne geleneklerini tanır, ne de toplumsal değerlerinin evriminden haberdardır.
Muhteşem Yüzyıl diye televizyonlarda alkışladığı dönemde, devletinde Amerika’dan gelen gümüşün ilk enflâsyonu başlattığını bilmez (Çünkü Avrupalı dünyayı keşfederken, muhteşem (!) padişahları hareminde gönül eğlendirmekte, dünyayı öğrenelim diyen Pirî Reis’in kafasını vurdurmaktadır).
O Muhteşem (!) yüzyılda Anadolu’da medrese o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci haydutluğa başlamıştır (buna softa şekâveti denir). Avrupa’da ilk yenilgimizi Muhteşem (!) Süleyman devrinde aldığı gibi (I.Viyana bozgunu: 1529), Hint Okyanusuna her çıkışımızda mini mini Portekiz’den sopayı yiyip Kızıldeniz’e veya Basra Körfezi’ne tıkılışımız da bu büyük (!) padişah efendimizin devrindedir. Gene onun zamanında dünya keşfedilirken, Hint Okyanusu’na kadırga denen sandallarla açılan ve 1554′te Hindistan’da karaya vuran büyük (!) bir amiralimiz, yürüyerek üç senede Hindistan’dan Edirne’ye gelmiş ve meşhur bir kitap (Mirât-ül Memâlik) yazmıştı. El alemin dünyayı öğrendiği bu dönemde Seydî Ali Reis gazel söyleyip, eğlence partilerini anlatmaktan başka tek bir detaylı coğrafya bilgisi toplamayı gerekli bulmamıştı.
Büyük (!) Sultanımız Süleyman’ın Fransa kralı I. François’yı hapisten bir mektupla kurtardığını okurduk mektepte. O François’nın kurduğu Collège de France bugün dünyanın en önemli araştırma kurumlarından biridir. Bizimkinin hangi kurumu ayakta kaldı? Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası oldu?
Tek becerdiği kalıcı şey, aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa’yı Hürrem uğruna katlettirip, devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak oldu.
Artık yeter! Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip yücelten, buna karşılık bize bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu insanlar olmamızı sağlayan Atatürk’ü aşağılayan âlim pozlu, ukala tavırlı zır cahilleri her gün halkın karşısına diken televizyon kanallarından ve gazetelerden gına geldi. Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin eseridir sanıyorsunuz? Cehalet tüm fenalıkların anasıdır. Biz de o anayı besleyip duruyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz. Artık yeter! Memleketimde her elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan bıktım.
www.celalsengor.com
Muhteşem Yüzyıl diye televizyonlarda alkışladığı dönemde, devletinde Amerika’dan gelen gümüşün ilk enflâsyonu başlattığını bilmez (Çünkü Avrupalı dünyayı keşfederken, muhteşem (!) padişahları hareminde gönül eğlendirmekte, dünyayı öğrenelim diyen Pirî Reis’in kafasını vurdurmaktadır).
O Muhteşem (!) yüzyılda Anadolu’da medrese o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci haydutluğa başlamıştır (buna softa şekâveti denir). Avrupa’da ilk yenilgimizi Muhteşem (!) Süleyman devrinde aldığı gibi (I.Viyana bozgunu: 1529), Hint Okyanusuna her çıkışımızda mini mini Portekiz’den sopayı yiyip Kızıldeniz’e veya Basra Körfezi’ne tıkılışımız da bu büyük (!) padişah efendimizin devrindedir. Gene onun zamanında dünya keşfedilirken, Hint Okyanusu’na kadırga denen sandallarla açılan ve 1554′te Hindistan’da karaya vuran büyük (!) bir amiralimiz, yürüyerek üç senede Hindistan’dan Edirne’ye gelmiş ve meşhur bir kitap (Mirât-ül Memâlik) yazmıştı. El alemin dünyayı öğrendiği bu dönemde Seydî Ali Reis gazel söyleyip, eğlence partilerini anlatmaktan başka tek bir detaylı coğrafya bilgisi toplamayı gerekli bulmamıştı.
Büyük (!) Sultanımız Süleyman’ın Fransa kralı I. François’yı hapisten bir mektupla kurtardığını okurduk mektepte. O François’nın kurduğu Collège de France bugün dünyanın en önemli araştırma kurumlarından biridir. Bizimkinin hangi kurumu ayakta kaldı? Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası oldu?
Tek becerdiği kalıcı şey, aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa’yı Hürrem uğruna katlettirip, devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak oldu.
Artık yeter! Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip yücelten, buna karşılık bize bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu insanlar olmamızı sağlayan Atatürk’ü aşağılayan âlim pozlu, ukala tavırlı zır cahilleri her gün halkın karşısına diken televizyon kanallarından ve gazetelerden gına geldi. Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin eseridir sanıyorsunuz? Cehalet tüm fenalıkların anasıdır. Biz de o anayı besleyip duruyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz. Artık yeter! Memleketimde her elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan bıktım.
www.celalsengor.com
11 Eylül 2013 Çarşamba
Ali Mehmet Celal Şengör
Ali Mehmet Celal Şengör 24 Mart 1955’te İstanbul’da dünyaya geldi.1973 yılında Robert Kolej’i bitirdi.1978’de State Universty of New York at Albany’den jeolog olarak mezun oldu.1979’da yüksek lisansını bitirdi.1981’de İstanbul Teknik Üniversitesi Madem Fakültesi, Genel Jeolog kürsüsünde asistan olarak görev yaptı.1982’de State Universty of New York at Albany’den doktora aldı.1984 yılında Londra Jeoloji Cemiyetinin Başkanlık Ödülü’nü 1986’da TÜBİTAK Bilim Ödülünü aldı.Aynı yıl İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi Genel Jeoloji Anabilim Dalında doçent oldu. 1988’de Neuchatel Üniversitesi Fen Fakültesi’nden şeref bilim doktoru (Docteur es sciences honoris causa)payesi aldı. Academia Europaea’ya 1990 yılında kabul edildi ve cemiyetin ilk Türk üyesi oldu.
Aynı yıl Avusturya Jeoloji Servisi muhabir üyesi 1991 yılında ise Avusturya Jeoloji Derneği şeref üyesi oldu.Yine 1991 yılında Kültür Bakanlığının Bilgi Çağı Ödülünü kazandı.1992 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi Genel Jeoloji Anabilim Dalı’nda profesörlüğe yükseltildi. 1993 yılında Türkiye Bilimler Akademisi en genç kurucu Bilimleri Akademisi üyeliğine Fransız ve Amerikan jeoloji dernekleri şeref üyeliğine seçildi.Ayrıca kendisine Fransız Fizik Cemiyeti ve Ecole Normale Supérieure Vakfı tarafından Rammal Madalyası verildi.Şengör 1997 yılında Fransız Bilimler Akademisi tarafından yerbilimleri dalında büyük ödül taltif edildi.
1998 Mayıs ayı içerisinde Şengör,College de France’da misafir profesör olarak bir kürsü işgal etti.Burada XIX. Yüzyılda Tektoniğin Gelişmesine Fransız Jeologlarının Katkısı “konulu bir ders verdi ve 28 Mayıs 1998’de College de France’ın madalyasını aldı.1999’da Londra Jeoloji Cemiyeti kendisine Bigsby Madalyasını tevcih etti. 2000 yılının Nisan ayında Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Bilimleri Akademisi yabancı üyeliğine seçilen ilk Türk oldu. Rus Bilimler Akademisi’ne Fuad Köprülünden sonra seçilen ikinci Türktür. Ayrıca 2013 yılında Leopoldina Doğa Araştırıcıları Akademisi üyeliğine seçilmiştir.
Celal Şengör hakkında daha ayrıntılı bilgi için tıklayın.
Celal Şengör hakkında daha ayrıntılı bilgi için tıklayın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)